Yeni Yıla On Gün Kala
Her kış gecesi olması gerektiği gibi sokakları bir sessizlik bürümüştü. Kar yağmıyordu, sıcak bir rüzgar eski kış akşamlarının izlerini silmiş gibiydi. Melike, pencereden dışarıyı izlerken derin bir nefes aldı. Otuzuna yaklaşan bir kadın olarak, geçmişin hızla uzaklaştığını hissediyor, çocukluğunda yaşadığı o kar dolu yılbaşı akşamlarını özlemle hatırlıyordu. İstanbul'da neredeyse küçücük bacaklarının tamamını kaplayan karı, her yerin kardan adamlarla dolmasını, yediden yetmişe herkesin sokaklarda kar savaşı yaptığını... "Neden her şey böylesine değişti?" diye düşünürken göğsünü bir sıkıntı kapladı. Yıllar geçtikçe kaybolan bu eski masumiyeti tekrar bulmak istiyordu ama nasıl olacağını bilmiyordu.
Annesinden yadigâr eski bir müzik kutusu, pencerenin kenarındaki sehpanın üzerinde duruyordu. Melike kutuyu açmaktan hep korkardı. Annesinin geçirdiği son yılbaşı akşamında, o müzik kutusunun çaldığı melodi eşliğinde dans edişini unutamıyordu. Annesinin ölümünden sonra kutuya dokunmak bile onun için bir yas ritüeli olmuştu.
Sokaktan bir martının tiz çığlığı duyuldu. Melike, sesin geldiği yöne doğru baktığında karşıdaki binanın çatısına tünemiş martıyı fark etti. Bir şey taşır gibi gagasını eğmiş, oradan oraya hareket ediyordu. Martının bu huzursuz hareketleri, içinde tuhaf bir his uyandırdı. O an hissettiği ani bir yalnızlık, boğazında bir düğüm gibi hissettirdi. "Bu yılbaşı değişmeli," diye mırıldandı. Nasıl olacağını bilmezken sanki evren onun dileğini kabul etmiş gibi kapıcıyı yolladı evine.
Kapının zili bir anda çaldı. Kimseyi beklemiyordu. Kapıyı açtığında elinde bir zarfla Hanife abla göründü. Belli ki bugün de kadını çok yormuşlardı. Elinde ıslak bir bezle, terler içinde “Senin postada kaç gündür duruyor bu, hiç bakmıyor musun içine? Mektup bir değişik geldi, belki önemlidir diye getireyim dedim." dedi azarlar şekilde. Melike şaşkın bir şekilde teşekkür ederek zarfı aldı ve kapıyı kapattı.
Zarf, eski püskü ama bir o kadar dikkat çekici bir kumaş şeritle bağlanmıştı. Üzerindeki adres, titrek bir el yazısıyla yazılmış ve sol köşesine küçük bir kurutulmuş çiçek iliştirilmişti. Zarfın içinden eski bir fotoğraf çıktı. Fotoğrafta annesi gençti ve yanında Melike’nin hiç tanımadığı bir adam vardı. Fotoğrafın arkasında yalnızca üç kelime yazıyordu: "Yılbaşı gecesi gel." Melike'nin içinde tuhaf bir korku ve merak belirdi. Bu mesajın ne anlama geldiğini çözmeye çalışırken yüreği sıkıştı. Annesinin genç yüzü fotoğraftan ona bakıyordu; mutlulukla karışık bir melankoli hissediyordu. "Bu adam kim? Annemle ne bağlantısı var?" diye düşündü. Zarfı tekrar eline alıp çevirdi, ama başka bir ipucu yoktu. O an içini bir ürperti sardı; cevap bulmak için bu çağrıya uyması gerektiğini hissediyordu, ama bunun nereye varacağını kestiremiyordu. Kalbi, bir yandan gitmek için onu zorlarken bir yandan korkuyla durmasını söylüyordu. Sonunda daha az önce yalnızlığından şikayet ettiğini ve değişimin şart olduğunu düşündüğü aklına geldi. Gidecekti. Ama önce araştıracaktı. Bu adres tam olarak neresiydi, adam kim olabilirdi, annesiyle ilişkisi neydi...
Melike zarfı masaya bırakıp telefonunu açtı. Telefonun haritasından verilen adresi girdi. İstanbul’un eski semtlerinden biri olan Balat’ta, dar sokakların arasında yer alan bir yerdi burası. Çok sık uğramadığı bu semt, yılların eskittiği tarihi binaları ve sessiz sokaklarıyla ona her zaman biraz uzak ve ilginç gelmişti. Adresi inceledikçe, zihninde bu eski semtin atmosferi canlanmaya başladı. Rengarenk ahşap evler, dökük sıvaların ardından sanki bir şeyler anlatmaya çalışıyor gibiydi. Balat’ın dar sokaklarında gezerken kaybolmak kolaydı ama bu kaybolmuşluk, insana sanki geçmişin bir parçasıymış gibi huzurlu bir aitlik duygusu hissettirirdi.
İstanbul'da tanıdığı çoktu. Orada doğmuş ve büyümüştü. Akrabalarının çoğu, arkadaşları, tanıdığı bir sürü insan oradaydı ama bir bakalım Balat'ta ya da yakınlarında tanıdığı var mıydı? Ah tabi ya Fener'de Sevim teyze oturuyordu, birkaç ay önce Balat'a taşındığını söylemişti arayıp. Doğru ya, o davet etmiş olmasın onu? Ama böyle gizemli bir mektup pek onluk değildi. Belki sürpriz yapmak istemiştir? İnsanlar yaşlandıkça farklı eğlence tarzları bulabiliyor. Kendi Ayşe teyzesi değil miydi daha geçen gün kocasının bastonunu mumla kaplayıp cilalamış, adamcağız bastona tutunmaya çalışırken her seferinde kayıp yere düşen. 'Spor yapması lazım, aksi halde kemikleri iyice körelir,' demişti kahkahalarla gülerek...
Sevim teyze annesinin çok eski bir dostuydu, Melike’yi her zaman güler yüzle karşılayan, geçmişi canlı bir hikâye gibi anlatmayı seven bir kadındı. Melike, Sevim teyzeyi hep ikinci annesi olarak görmüştü çünkü çok sık gelirdi ziyaretlerine, neredeyse ikisi birlikte büyütmüşlerdi Melike'yi. Annesi hayattayken evdeki duvarın bir kısmı, Melike’nin annesiyle çektirdiği sayısız fotoğrafla doluydu; kahkahalarla dolup taşan pikniklerden eski yılbaşı gecelerine kadar her anı, bir çerçeve içinde sergileniyordu ve bu resimlerin çoğunda Sevim teyze de vardı. Altı yaşındayken çektirdikleri bir fotoğrafı anımsadı birden. Annesiyle birlikte Sevim teyze ve kocasıyla bir tura katılmışlardı.
İstanbul adalarını geziyorlardı ve o sıra vapurdaydılar. İstanbul Boğazı’nda süzüldükçe Melike, denizin ortasında olan bu devasa metal yığınında bir türlü yerini bulamıyordu, lavaboya uğramıştı da çıktığında annesi yoktu. Bir korktu bir korktu ki hayatı boyunca aklında yer edindi kaybolma korkusu. Halbuki annesi iki adım ötedeymiş. Daha sonra annesi ne zaman burnunun ucunda olan şeyi görmüyorsun diye azarlasa hep bu günü hatırlayıp ona hak verdi. Asıl olay bu değildi tabii. Sevim teyze o gün, Melike’nin korkuyla ağladığını görünce, yanına gelip dizlerinin üzerine çökmüş ve onu sıkıca kucaklamıştı. “Küçük hanım, bu kadar kolay kaybolmazsın merak etme. Biz buradayız, annen de burada,” demiş ve bir mendille Melike’nin yaşlarla dolu yüzünü silmişti. Sonra, cebinden küçücük bir oyuncak gemi çıkarıp Melike’nin avucuna bırakmıştı. “Bunu senin için aldım, çok hoş değil mi?" Oyuncak gemi, denizin gerçek bir minyatür parçası gibiydi. Parlak mavi gövdesi dalgalarla yarışacak kadar canlı bir renkteydi. Gümüş rengindeki ince hatlar gövdesini süslüyor ve ona zarif bir detay katıyordu. Küçücük direklerinde gerilmiş beyaz yelkenler, sanki bir rüzgar esintisiyle aniden açılıverecekmiş gibi duruyordu. Geminin baş kısmında bir çıpa sembolü oyulmuştu, o kadar ince bir işçilikle yapılmıştı ki Melike hayran kalmıştı. Üst güvertede minik bir kaptan köşkü vardı; köşkün pencereleri o kadar detaylı boyanmıştı ki içeride bir kaptan varmış gibi hayal edilebiliyordu.
"Bak, bu gemi seni hep korur. Ne zaman kaybolduğunu düşünsen, bunun kaptanı olduğunu hatırla,” diye de eklemişti Sevim teyze. O an Melike, Sevim teyzenin sözlerinin ne kadar güçlü bir teselli olduğunu anlamasa da, elindeki küçük gemiyi sıkı sıkıya tutmuştu. Şimdi bu sözleri daha iyi anlıyordu.
Sevim teyzeye uğrayacaktı önceden, aklındaydı ama iş güç derken unutmuş gitmişti. Bu mektup gelmese ne zaman hatırlayacaktı kim bilir. İşini zaten değiştirmeyi düşünüyordu. Dört senedir özel bir şirkette çevirmenlik yapıyordu. Evden çalışıyordu. Çok iyi de maaşı vardı. Eskiden bu hayaliydi aslında. Çevirmenlik değil ama evden rahatça çalışmak. Ama şimdi iyice asosyal biri haline gelmiş ve bu kendini rahatsız etmeye, yalnız hissettirmeye başlamıştı.
Telefonunu tekrar eline aldı, Sevim teyzesini arayıp yarın uğrayacağını söyleyecekti ki saatin gece bir olduğunu fark etti. İnsan hep evde olunca zaman kavramı yok oluyordu. Ayın kaçıydı, saat kaçtı bazı günler bilinmiyor bile... Bir nefes alıp uzandı. Pencereden baktı. Sokak lambasının altında hareketsiz duran birkaç kuru yaprak, hafifçe esen rüzgarla birlikte hüzünlü bir dansa başlamıştı. Gökyüzü bulutlarla kaplıydı, yıldızların parıltısı görünmüyordu. Ama o karanlığın içinde, uzakta bir yerlerde tek tük ışıklar yanıp sönüyordu. Yanıp sönen o ışıklar, Melike’ye bir zamanlar ulaşılabilir görünen umutları hatırlattı. Ulaşmıştı da... Ama yine de şimdi hepsi birer yanılsama gibi geliyordu. Ne kadar uzansa da erişemeyeceği, karanlığın içinde kaybolmuş solgun, adını bilemediği başka hayaller vardı. Sokak lambasının zayıf ışığı, yalnızca kendi çevresini aydınlatıyor, ötesine dokunamıyordu. Aynı onun hayatı gibi... Melike, bir an için, o kuru yaprakların yerine kendini koydu. Hareketsiz ve amaçsızca savrulan bir parça... Rüzgar nereye götürürse, o yöne giden ama aslında hiçbir yere ait olmayan, bir sonbahar kalıntısı. Gökyüzüne baktı ama bulutların ardında saklanan yıldızlar bile ona sırtını dönmüş gibiydi. Derin bir iç çekti ve pencereden uzaklaştı. 'Belki de bazı insanlar karanlıkta kalmaya mahkûmdur,' diye düşündü ve odanın soğuk sessizliğine geri döndü. Son olarak da "ah hayır, sabaha her şey daha güzel gözükecek, her zaman ki gibi. Her gece ki gibi beynim oyun oynuyor olmalı benimle, sadece uyumalıyım," diyerek gözlerini yumdu.
Ertesi sabah, Melike Balat’a erkenden gitmeye karar verdi. Sıkılmıştı evden, erken gidecek öğlene kadar bir kafede çalışacaktı. Hava bulutluydu, gri tonların hâkim olduğu şehir, renkli Balat sokaklarını bile hafifçe esen rüzgârla kasvetli bir hale döndürmüştü. Dar sokakların kıvrımlarında yürürken, tarihin solmuş yüzleri ona bakıyormuş gibi hissediyordu. Sabahın erken saatlerinde açık bir yer bulmak zor olmamıştı, küçük bir kafeye girip cam kenarındaki masaya oturdu. Kahvaltı tabağı söyledi kendine, yanına da bir bardak çay ve laptopunu açarak çalışmaya koyuldu. Sabahın sessizliğinde klavyenin sesi, caddeden geçen arabaların gürültüsüyle karışıyordu. Ara sıra gelen kahve kokusu, hafif bir huzur veriyordu ama aklı hep mektuptaydı. Öğlene doğru çantasını toparladı, telefonunu eline alıp Sevim teyzenin evini aradı.
Sevim teyzenin yeni evi, tam bir eski İstanbul eviydi. Ahşap çerçeveli pencereleri, zamana direnmeye çalışan koyu yeşil panjurlarla çevriliydi. Binanın dış cephesi, solmuş sarı renkteydi ve duvarlarında zamanın bıraktığı çatlaklar vardı. Dar bir avlusu vardı; içeri girince çiçeklerle dolu büyük bir saksı göze çarpıyordu. Merdivenlerden yukarı çıkarken, demir korkuluklara asılmış kurutulmuş portakal dilimlerini fark etti. Kapıyı çaldığında, Sevim teyze her zamanki sıcak gülümsemesiyle kapıyı açtı ve Melike’yi içeri buyur etti. Salon, yıllar öncesinden bildiği gibi antika eşyalar ve ince işlenmiş dantellerle döşenmişti. Sevim teyze her zaman nostaljik bir ruha sahipti.
Sevim teyze çaydanlığı ocağa koyarken başını hafifçe Melike’ye çevirdi. “Anlat bakalım, kızım. Neler yapıyorsun bu aralar?” dedi, gözlerinde meraklı bir ışıkla.
Melike sandalyeye oturdu, ellerini masanın üzerine koyarak gülümsedi. “Ah Sevim teyze, anlatacak çok şey var aslında ama nereden başlasam bilemiyorum.”
Sevim teyze gülerek elini salladı. “En iyisi kalbinden geçen yerden başla. Eskiden bana her şeyini anlatırdın, unuttun mu?”
Melike başını iki yana salladı. “Unutur muyum hiç! Ama eskisi gibi uzun uzun sohbet etmeyeli de epey oldu, fark ettim. İş güç derken hayat öyle bir akıyor ki, bazen zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorum.”
Sevim teyze çay bardaklarını masaya bırakırken hüzünlü bir şekilde başını salladı. “Hayat öyle kızım, bir bakmışsın yıllar geçmiş. Ama önemli olan sevdiklerini ihmal etmemek.”
Melike bardağını alıp bir yudum aldı, ardından iç geçirdi. “İşte bu yüzden buradayım Sevim teyze. Hem seni özledim hem de…” Duraksadı, elini çantasına götürdü. “Sana göstermek istediğim bir şey var.”
Sevim teyze merakla eğildi. “Neymiş bakalım?”
Melike cebinden mektuptan çıkan fotoğrafı çıkardı ve Sevim teyzeye uzattı. “Bu adamı tanıyor musun?” diye sordu merakla. Sevim teyze fotoğrafa dikkatlice baktı, sonra gözleri hafifçe kısıldı. Melike, onun eski anıları yoklamaya çalıştığını fark etti. Ancak beklediği tepki gelmedi. Sevim teyze şaşkınca başını iki yana salladı. “Anneni çok iyi bilirim,” dedi yavaşça. “Ama bu adam... Hiç hatırlamıyorum.” Melike'nin içinde bir huzursuzluk dalgası yükseldi. Sevim teyzenin hafızası genellikle çok iyiydi; üstelik annesiyle yıllarca dostluk etmişti. Onun yanındaki birini tanımaması, işin içinde daha büyük bir gizem olduğunu gösteriyordu.
Sevim teyze, fotoğrafı hâlâ elinde tutarken derin bir nefes aldı. Gözleri bir anlığına uzaklara daldı, sonra yüzüne hafif bir gölge düştü. “Ama garip bir şey oldu,” diye mırıldandı. Melike kaşlarını hafifçe çattı, bir şeyler anlatacağını hissediyordu. Sevim teyze elini boynuna götürdü, sanki bir huzursuzluğu bastırmaya çalışıyormuş gibi. “Birkaç gündür ev telefonu çalıyor ama açtığımda ses yok. Ne bir nefes sesi duyuyorum ne de bir tıkırtı. Sadece derin bir sessizlik… Sonra da kapanıyor.”
Melike’nin içinde ince bir ürperti dolaştı. Sevim teyzenin sesindeki huzursuzluk gözlerinden de okunuyordu. Yaşlı kadının yüzündeki endişe derinleşmişti, dudakları arasına yerleşen ince çizgiler daha da belirginleşmişti sanki. “Başta yanlış aramadır ya da çocuklar dalga geçiyor belki de dedim ama bir değil, iki değil. Üç gündür aynı şey,” diye devam etti Sevim teyze, parmaklarını bardaktaki buğulu camın üzerinde gezdirirken. “İlk başta önemsemedim ama dün gece telefon çaldığında, içimi tuhaf bir korku kapladı. Artık yaşlı ve yalnız bir kadınım sonuçta. Açmak istemedim ama dayanamadım. Yine sessizlik… Sanki biri orada duruyor, ama konuşmuyor.”
Melike'nin içindeki huzursuzluk daha da arttı. Elindeki fotoğrafa bir kez daha baktı, annesinin geçmişinden gelen bu bilinmez adam ve son günlerde yaşadığı bu garip olaylar arasında bir bağlantı olup olmadığını düşünmeden edemedi.
Melike, çay bardağını yerine bırakıp Sevim teyzeye döndü. “Peki, kim olabilir ki? Eski bir tanıdık mı, yanlış arama mı?” diye sordu, sesi merakla karışık bir endişe taşıyordu.
Sevim teyze başını hafifçe iki yana salladı. “Bilmiyorum kızım. Ama içimde tuhaf bir his var. Sanki biri beni yokluyor, beni hatırlatmaya çalışıyor gibi...”
Melike, yaşlı kadının yüzündeki belirsiz ifadeyi izledi. Sevim teyze her zaman güçlü bir kadındı, ama belli ki bu durum onu huzursuz etmişti.
“Polise haber vermeyi düşündün mü?” diye sordu Melike, hafifçe öne eğilerek.
Sevim teyze iç geçirdi. “Ne diyeceğim polise? Telefonum çalıyor ama ses yok mu diyeceğim? Dalga geçerler benimle.”
Melike bir an düşündü, sonra yumuşak bir sesle konuştu. “Peki, bu gece seninle kalayım mı? Belki yine çalar, birlikte bakarız.”
Sevim teyze, Melike’ye minnetle baktı. “Ah, kızım… Seni de huzursuz etmek istemem ama sanırım yalnız kalmak istemiyorum bir süre.”
Melike gülümseyerek elini yaşlı kadının elinin üzerine koydu. “O zaman karar verdik. Bugün buradayım.”
Sevim teyze hafifçe başını salladı, gözlerindeki gerginlik yerini kısa bir rahatlamaya bıraktı. Ama ikisi de gece çalacak olan telefondan habersizdiler. Cevaplarını bulmak o kadar da kolay olmayacaktı...
Mutfaktaki çay sohbeti, geçmişin tozlu hatıralarıyla ağır ağır derinleşirken Melike'nin gözleri bir anda duvarda asılı duran büyük halıya kaydı. Bordo ve altın tonlarının iç içe geçtiği zarif desenler, odaya neredeyse kutsal bir ağırlık veriyordu. Tavan yüksekliğine kadar uzanan bu gösterişli halı, zamanın içinden çıkıp gelmiş gibiydi. Melike hafifçe doğruldu, parmaklarıyla bardağını kavrarken gülümsedi.
“Hala bunu saklıyorsun ha…” dedi alçak bir sesle.
Sevim teyze başını kaldırdı, gözlerinde hem şaşkınlık hem de tatlı bir özlem belirdi. “Senin için almıştım onu!” dedi coşkulu bir şekilde. “O bizim dükkandaki en kıymetli halılardan biriydi. İran işi. Altın sırma desenli. Satmaya kıyamamıştım, Ahmet de kızmıştı bana. ‘Evde yer mi var onu asacak’ demişti. Aslında sana vermek istiyorum bu halıyı. Artık gençler sadelikten hoşlanıyor biliyorum ama" dedi ve göz ucuyla halıya baktı. “Senin o zamanki bakışını hiç unutmam."
Melike hafifçe güldü, bardağını masaya bırakarak oturuşunu düzeltti. “O halı bana hep büyülü gelirdi zaten. Hatta bir kere anneme ‘bu halının içinde bir kapı var’ demişim. O da ‘o kapı mutfağa çıkıyordur kızım, açlığındandır’ diye gülmüştü.”
Sevim teyze kahkahayı patlattı. “Ay ah canım! Annenin espri anlayışını hep sevmişimdir. Hep öyleydi, bir lafla herkesi güldürürdü."
Eski komik anılardan bahsedip gülüştüler. Melike bir an sessizleşti, gülümsemesi yüzünde kalmıştı ama gözlerinde hüzünle karışık bir yumuşaklık belirdi.
“Seninle böyle konuşunca… bir an olsun her şey eskisi gibi oluyor,” dedi. “Annem hala burada gibi... O çocuk da hala benim içimde bir yerde.”
Sevim teyze başını eğdi, eliyle Melike’nin elini sıktı. “O çocuk hiçbir zaman kaybolmadı zaten. Sadece bazen içimizdeki kalabalık seslerden duyulmuyor. Ama ben o çocuğun sesini hala duyuyorum sende.”
Melike gözlerini kaçırdı, duvardaki halıya yeniden baktı. “O zaman bu halı burada kalsın biraz daha,” dedi. “Şimdilik yeri burası gibi. Ama bir gün alacağım onu, söz.”
“İstediğin zaman,” dedi Sevim teyze. “Ama geldiğinde üstünde çay lekesi falan olursa beni arayıp azarlama sakın!”
Melike gülümseyerek: “O konuda söz veremem.”
Çaylar bitmişti. Hava da yavaş yavaş kararmaya başlıyordu. Melike oturduğu yerden kalktı, pencereye doğru yürüdü. Dışarıda ince ince yağmur başlamıştı. Camın buğusuna parmağıyla bir şeyler çizer gibi yaptı, sonra arkasını dönmeden konuştu:
“Bu akşam telefon yine çalarsa… umarım gerçekten biri konuşur bu sefer.”
Yılbaşı Planı
Yağmur iyice bastırmıştı. Çocukluğu içinde kaybolmayan başka biri daha vardı. Yılbaşı planını yapıyordu. Aslında zaten planlamıştı ama çok daha iyisini yapabilir miydi diye düşünüyordu. Sekiz gün vardı. Aylarca düşündüğü planı bozmamaya karar verdi. Daha mükemmeli yapmaya çalışmak muhtemelen büyüyü bozacaktı. Olduğu gibi kalsın o zaman dedi. Telefonunu açtı. Boş gözlerle baktı. Hiçbir arayanı yoktu. Tüm parasını kaybettikten sonra telefonları tamamen sustu. Önce arkadaşlar azaldı. Ardından akrabalar. Hatta ailesi bile sırtını çevirdi. En son da kendine bile uğramaz oldu. Çıktığı dükkana tekrar baktı. Eskiden vitrininde renk renk halılar sergilenirdi. Şimdi camları tozla kaplı, içeri sızan ışık bile solgundu. Ama Erdem’in zihninde, o küçük dükkan hala ilk günkü gibi duruyordu. Çırak olarak girdiği, halıları silip çay taşıdığı, zamanla desenlerden anlam öğrenmeye başladığı o yıllar… Orası sadece bir dükkan değildi onun için. Sığınaktı. Kurtarılmış bir alandı. Dışarıda kimsenin beklemediği bir çocuktan, içeride bir şeylere “yarayan” birine dönüşüyordu.
Sevim teyze onu hep adıyla çağırırdı, ama sesi bazen bir öğretmen, bazen bir anne, bazen de bir sırdaş gibiydi. Sessizce ağladığı günlerde yanına gelir Erdem'in en sevdiği kurabiyeden ikram ederdi. Sonra sarılırdı ve her şeyin geçeceğini söylerdi.
Kurabiyeler o zaman gerçekten işe yarardı, sevinir, hayata dönerdi. Ama her şey geçmedi. Babasının nasıl annesini dövdüğünü unutmadı. Annesininse babası evde yokken ona saldırdığındaki acıyı hep farklı şekillerde tekrar tekrar yaşadı. Büyük bir iş adamı olduktan sonra ailesini hapishaneden çıkarttı ve tedavi olmalarını sağladı. Ama hiçbir şey gerçekten iyileşmedi. Tedavi görmek, dışarı çıkmak, affedilmek... bunların hiçbiri çocukluğunun o soğuk gecelerinde aldığı yaraları silmeye yetmedi. Yine de elinden geleni yapmıştı. Yine de, yetişkin Erdem olarak üzerine düşeni tamamlamıştı. Ama çocuk Erdem hala o halıların arasındaki saklanma köşesindeydi. Sessiz, ürkmüş ve kendine bir yer ararken Sevim teyzenin sesine tutunan haliyle duruyordu orada.
Telefona baktı. Aramaya cesaret edemiyordu çünkü halıcıdaki işini bıraktıktan sonra hiç onları arayıp sormamıştı. Gerçi on altı yaşında işi bıraktığında, ailesinin siluetleri iyice karabasana döndüğünde kaçıp, halıcıdan biriktirdiği paralarla beraber evden de büyük bir miktar para çalarak madde bağımlısına döndükten sonra ne diye arayacaktı. İki sene kaybolmuş bir hayata döndü. Şu an bile o günleri hatırlayamıyor çünkü hep kafası güzel haldeydi.
Telefona baktı. Bu sefer konuşacaktı. Yağmur iyice hızlanmıştı. Satmak üzere olduğu arabasına binip Sevim teyzeyi aradı.
DEVAMI GELECEK.